­

BADEM DİYARINDA: KARİA YOLU

Henüz gün ışımamış, daha sabahın beş suları… Yarı uykulu gözlerle, Muğla’ya 25 km. mesafede küçük şirin bir işletmede köy kahvaltısı sofrasındayız. Bir taraftan birkaç saat sonra Muğla’nın Datça ilçesi sınırları içinde başlayacak olan Karia yolu yürüyüşüne başlamanın heyecanı içindeyken, bir taraftan da bu kadar erken yapılan kahvaltıyı midemizin sindirip sindiremeyeceği tereddüdü içinde 42 kişi birden masalara sıralanıyoruz. Ancak rotayı tamamlamak ve gün içindeki tüm aktiviteleri yapabilmek için planlı hareket etmemiz gerektiğini belirtiyor grup liderimiz.

Kahvaltı sonrası tekrar otobüsümüze biniyoruz. Artık gün ışımaya başlamış. Güneş alacakaranlığı yırtarken, belirginleşmeye başlayan yemyeşil örtü ruhumuzu da beraberinde aydınlatıyor.

Muğla’yı geçtikten sonra Marmaris, Datça yoluna dönüyoruz. Masmavi denizi, bembeyaz silueti ile Marmaris görünüyor. Çok katlı binalar olmadığı için çarpık ve çirkin görüntülere rastlamıyoruz. Doğrusu bu tablo için için sevinç veriyor insana. 

Türkiye’nin cennet köşelerinden birini daha arkamızda bırakarak bazen solumuzda, bazen sağımızda kalan muhteşem koylarını seyrederek Datça’ya doğru yol alıyoruz. Aklıma, yaklaşık 20 yıl önce bu yolda, şehirler arası otobüsle yaptığım seyahatim geliyor. Dar ve çok virajlı bir yoldu. Özelikle  virajlarda iki araç karşı karşıya geldiğinde, birinin bekleyip diğerine yol vermesi, araçların zorlanarak geçişleri hiç unutulmayacak bir seyahat olarak hafızama kazınmış. Yıllar sonrasında ise ilk dikkatimi çeken şey, yolun ıslah edilmiş olması ve genişletilmiş hâliyle artık yolda daha kolay seyahat edilebildiği... Bu durum, belli ki iç turizm anlamında Datça’nın  ileriki yıllarda daha çok ziyaretçi akınına uğrayacağına işaret. 

Harika bir manzara eşliğinde yaptığımız seyahatimiz nihayet saat 9.30 sularında yürüyüşe başlama noktasında sona eriyor. Akşamdan hazırlıklıyız, sadece ayakkabılarımızı değiştiriyoruz. Karia Yolu, Muğla ve Aydın il sınırları içini de kapsayan Türkiye’nin en uzun mesafeli trekking yolu. Yarımada’da onlarca rotadan oluşuyor. Toplamda 820 km. uzunluğunda. Biz üç günlük süre içinde Datça yarımadasında yer alan iki rotasını yürümüş olacağız. İlk gün yürüyeceğimiz rota; Yazıköy’den başlanarak Knidos antik kentinde sonlanacak şekilde, yaklaşık 12 kilometrelik bir mesafede olacak.  Hava açık ve güneşli, sabah saatlerinde sıcaklık 20 dereceyi gösteriyor. Bu sıcaklıkta, yürüyüşümüzde zorlanmayacağımız kanaatindeyim.  

Araçtan iner inmez karşılaştığımız ilk manzara, Yarımada’ya girdiğimiz andan itibaren yol boyunca bize arkadaşlık eden rengarenk papatyaların burada da bizleri karşılıyor olması. Günün en güzel “hoş geldin”ini ve “günaydın”ını papatyalardan alıyoruz.

Düşünün bir kere hayatınızda belki de en çok gördüğünüz çiçeklerden biri. Hangimiz -kim bilir kaç kez- ellerimize alıp “seviyor-sevmiyor” diye aşk falları açarak narin yapraklarını koparmadık. Ya da hangimiz sevgilimizin veya kız çocuklarımızın saçlarına taç yapmadık bu narin kır çiçeklerinden. Hangimiz, ortasında güneş varmışçasına yaprakları açan bu güzide çiçekleri kırlardan toplayıp vazomuza koyarak evimizi süslemedik, güzelleştirmedik ki!  İşte bu narin çiçeklerin, sıcak, samimi ve mis kokulu zarif selamıyla yürüyüşümüze başlama heyecanı içindeyiz...

Rotamızın başlangıç noktası toprak köy yolu. Tarlalarda ağırlıklı olarak sarı, beyaz papatyaların yanı sıra,  aralarına serpiştirilmiş gibi gelincik ve farklı çiçek türleriyle manzara harika görünüyor.  Köy bahçelerinin, tarlaların arasından ilerliyoruz. Ara ara yol boyunca badem ve zeytin ağaçlarının bulunduğu alanlardan yürüyüşümüze devam ediyoruz. Kırmızı-beyaz işaretlemeler mükemmel. Bazı yerlerde neredeyse beş metrelik mesafede bile işaretleme yapılmış.  

Bir ara arkadaşlarımı gözlemliyorum. Baharın coşkusu her hâliyle bedenlerine yansımış, hiç kimse yorgunluktan bahsetmiyor. Bir de aramızda bulunan yoga hocası Nihal Hanım’ın motivasyonu ve küçük molalarda akrobatik hareketleri neşemize neşe katıyor adeta... Yüreklerde sevgi,  türküler eşliğinde yol alıyoruz.  

Yaklaşık yedi kilometrelik yürüyüşümüzün sonunda Değirmenbükü koyuna ulaşıyoruz. Deniz masmavi bir çarşaf gibi karşımızda. Yarımadanın Ege’ye bakan koylarından biri.  Hem denize girecek hem de öğle yemeği molamızı burada vereceğiz. Tabii ki, önceliği denize vermek üzere, Ege’nin serin sularına bırakıyoruz kendimizi.  

Yılın ilk deniz keyfinin ve molanın akabinde tekrar yola koyuluyoruz. Yine zeytin ağaçları, sık makilikler ve çalı formatında bodur ağaçlar arasında yolumuz devam ediyor. Bundan sonraki rotamız; patika yokuşu tırmanıp yarımadanın Akdeniz’e bakan koyuna inmek. Yolun zemini ağırlıklı olarak irili ufaklı taşlarla kaplı. Ayaklarımızın altında sağa sola kayan taşlar zaman zaman dengemizi kaybetmemize neden olabiliyor. Bu nedenle birbirimize çok yakın mesafede yürümemek ve dikkatli davranmak zorundayız. Yamacın üst bölümlerine yaklaştığımızda Anadolu’nun Akdeniz’e uzanan en uç noktasını ve deniz fenerini görüyoruz. Deveboynu Feneri, 1931 yılında yapılmış. Karşı tarafta 12 adadan biri olan Tilos adası görünüyor.  Durup uzun uzun bakıyorum. Adeta iki adım ötede. Elimi uzatsam sanki dokunacakmışım gibi yakın, ama bir o kadar da uzak Tilos adası… Mahzun, hüzünlü,  kırgın bakıyor sanki bizlere.

Bu atmosferden, yolumuzun oldukça tehlikeli denebilecek sarp kayalık kısmına gelince bir anda sıyrılıyorum. Yolun, eğimi son derece yüksek bir o kadar da tehlikeli sayılabilecek bir bölümünü, ekip liderimiz ve birkaç arkadaşımızın yardımıyla el ele tutuşarak geçiyoruz. Adrenalimizin yükseldiği anlar... Bu bölüm biraz ürkütücü de olsa emniyetli geçiş hepimize derin bir nefes aldırıyor. Artık muhteşem Knidos Antik Kentini gören tepe noktadayız.   

Knidos

Bugünkü kalıntıların yer aldığı bölüm oldukça geniş bir alana yayılmış ve büyük bir kısmı harabe görünümünde. Kazı çalışmaları hâlen devam ediyor. Ege adalarından gelen Dorlar, Burgaz mevkiinde bulunan Knidos kentini M.Ö 4. yüzyılda Tekir Burnu’na taşımışlar. Ticaret kenti Knidos, Persler’in de hakimiyetinde kalmış. Stratejik öneme sahip bir alanda kurulmuş olan kentin, bir ticaret kenti özelliği taşıdığı aşikar.

Kalıntılara baktığımızda enteresan olan şeylerle karşılaşıyoruz. Bir buçuk iki metre derinliğinde kanalizasyon kanalları kentin gelişmişliğinin de bir göstergesi. Amfi tiyatro geniş bir alanı kaplıyor. Kalıntılar arasında dolaştıkça büyük bir medeniyetin izlerini fark edebiliyorsunuz. Kent kalıntıları bir dönemler  ticaret, kültür ve sanatın merkezlerinden biri olduğunu belli ediyor...

Artık birinci günkü yürüyüşümüz bu güzel antik kent alanında son buluyor. Antik kentin kalıntıları arasında tarihe yolculuk yaptıktan sonra, kimimiz bu defa Yarımada’nın Akdenize bakan kıyı sularında, bir kısmımız da kıyıda bulunan kafede soğuk içeceklerle yorgunluğumuzu atıyoruz.

İkinci Gün

İkinci gün aracımızla yürüyüş yapacağımız rotanın başlangıç noktasına transferimiz yapılıyor. Bugün, yaklaşık 16 kilometrelik Domuzçukuru koyu ve sonrasında Kargı koyunda bitecek olan yürüyüşümüz başlıyor. Bu defa karaçam ağaçlarının arasında yürüyoruz. Zaman zaman orman içi yollardan, zaman zaman da patika yollardan ilerliyoruz. Sık ağaçlıklardan geçiyor olsak da işaretlemeler son derece iyi. İnsanın tek başına dahi rahatlıkla yapabileceği bir rota.  

İlk mola yerimiz olan Domuzçukuru koyunda deniz keyfi yine favori etkinliğimiz. Bu keyifli dinlenmenin ardından Kargı Koyuna doğru yürüyüşümüze başlıyoruz. Orman içinde çok sayıda ağacın kuruduğunu, hatta bazen ilerlediğimiz işaretli yolları da kesecek şekilde yıkıldığını görüyoruz. Doğa öyle güzel sürprizler hazırlıyor ki bizlere, bu kurumuş ağaçları, zaman zaman ilginç görünümleriyle fotoğraf karelerimizin süslerine dönüştürüyoruz. Hatta fotoğraflarımızda ahşap çerçeve oluveriyorlar sıkça.

“Yol durakları” diye bilinen yıkılmamış bir su sarnıcı dikkatimizi çeken bir diğer ayrıntı. Yağışlarla dolan su sarnıçları, tarih boyunca bu yollardan geçenlerin ve hayvanların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılmış. Ancak ne yazık ki, ne rastladığımız su sarnıçlarında bir damla su vardı ne de dere yataklarında... Bu yürüyüşümüz esnasında şu da dikkatimizden kaçmıyor. Neredeyse hiç bir yerde su yok, dere yatakları kupkuru...  

Ve işte Kargı Koyu’ndayız. Bir gün öncesinin antrenmanıyla ikinci gün yaptığımız on altı kilometrelik yürüyüşümüz de daha dinamik bir şekilde Kargı Koyu’nun mavi, temiz serin sularında son buluyor.

Nihayet son günü çabucak geliveriyor bu muhteşem coğrafyada yaptığımız gezimizin. Buralara kadar gelip Datça’yı, özellikle eski Datça’yı görmeden dönmek elbette olmazdı. İlk önce yine de hem Karia Yolu rotası üzerinde olan ve turistik yerlerden Hayıtbükü ile Ovabükü arasındaki yaklaşık bir buçuk kilometrelik kısa bir yürüyüşle bu şirin koyları da görüp çay molalarıyla keyifli bir güne daha başlangıç yapıyoruz. Datça ikinci durağımız. Bu şirin turistik ilçemizin de son yıllarda kısmi imara açılması ile inşaatların fazlalaştığını ve yeni yapılaşmaların olduğunu gözlemliyoruz.  

En sonunda eski Datça’dayız…

Eski Datça muhteşem görünüyor. Datça’ya üç kilometre mesafede… Esasen neredeyse tüm evler yıkılıp restore edilmiş. Taş işçiliği, orijinaline sadık restore edilen evler, içine çekiyor bizleri. Dar ve taş sokaklar, bahçe duvarlarını süsleyen çiçekler, begonviller arasında dolaşmak ruhunuzu dinlendiriyor. Değil birkaç saat sokaklarında dolaşmak, “Ömrümün geri kalanını burada mı geçirsem.” hissine kapılıyorsunuz bir anda. Son yıllarda, Datça sevdalısı Can Yücel’le de özdeşleşmiş artık eski Datça…

Can Yücel sokağına giriyoruz. Can Yücel’in yaşadığı evin önündeyiz, ahşap eskitme bir kapı, üzerinde şairin fotoğrafı ve sözleri karşılıyor bizleri… Kapıda bir de tabela var buranın müze olmadığı ve içinde yaşayanların olduğuna dair, “Lütfen anlayışla karşılayınız.” sözleriyle biten.  Can Yücel’i anlatan bir metin ve şiirlerinden biri. Ve şairin sorulu cevaplı sözleri;  Ne harika yer burası!

Nereden buldun bu Datça’yı?  “Elimle koymuş gibi buldum” (Can Yücel)

Yaşanan evi ve sakinlerini daha fazla rahatsız etmemek kaydıyla fotoğraflarımızı art arda çekiyoruz… Bu anı kalıcı kılmak ve  Can Yücel anısına.

Erdoğan Gümüş

Fotoğraflar: Erdoğan Gümüş, Gülcan Acar